Yazımızın birinci bölümünde, dünyadaki bakterilerin hem sayıca hem hacimce ne kadar fazla olduğunu ve yaşam döngüsünün devamı için onlara muhtaç olduğumuzu gördük. Bakterilere rutin olarak antibiyotiklerle (ve antibakteriyel ürünlerle) saldırarak, kendimizi onlara karşı daha da savunmasız kıldığımızı söyledik.
Bu bölümde, insan vücudunu “mesken tutmuş” bakterilere biraz daha yakından bakacağız ve bunların sağlığımızı nasıl etkilediğini anlamaya çalışacağız.
2008 yılında ABD’nin çeşitli ulusal sağlık kuruluşlarından oluşan bir konsorsiyum, bir araştırma projesi başlattı. İnsan Mikrobiyom Projesi (Human Microbiome Project, HMP) adlı projenin amacı, insan vücudunda yaşayan trilyonlarca bakteri ve virüsün bir “haritasını” çıkartmak ve haritanın coğrafyaya göre nasıl değiştiğini anlamaktı.
Bunun yanında, birbiriyle etkileşen ve böylece bir ekosistem (mikrobiyom) oluşturan bu canlıların yapısının değişmesinin, sağlığımızı nasıl etkilediği de halen araştırılıyor.
Mikrobiyom Projesi, bakterilerin incelenmesinde çığır açan bir yöntem kullanıyor. Bakterileri izole edip tek tek incelemek yerine, belirli bir vücut bölgesinden alınan örnekler topyekün DNA analizine tâbî tutuluyor. Ardından, bulunan DNA dizilemelerine göre hangi vücut bölgesinde kaç çeşit bakteri olduğu tespit ediliyor (yani tümdengelim kullanılıyor). Bu yolla araştırmacılar, insan vücudunda yaşayan bakteri türlerinin sayısının 10 bini aştığını keşfetmişler. Daha önce bilinen tür sayısı, bini bulmuyordu.
Vücudumuzun farklı bölgelerindeki bakteri grupları aşağıdaki gibi (çizimi büyütmek için üzerine tıklayın):
Çizim: wikipedia.org
Aktinobakteriler: Toprakta ve tatlı suda yaşarlar. Selüloz (ağaç lifi) de dahil pek çok organik maddenin çözünmesini sağlarlar.
Proteobakteriler: Çok geniş bir türdür. 6 alt sınıfı vardır. Bu alt sınıfların içinde planktonlar; metan gazı ve sülfür gibi maddelerin çözünmesini sağlayan bakteriler; fotosentez yoluyla bazı zehirli gazları oksitleyen bakteriler ve bazı önemli patojenler (hastalığa yol açan bakteriler) bulunur. Söz konusu patojenlerin arasında, tifo, kolera ve zatürre gibi ciddi hastalıklara yol açan bakteriler de bulunur.
Bacteroidetes: Oksijensiz (anaerobik) ortamda yaşarlar. Toprakta, deniz suyunda ve (insanlar da dahil) sıcakkanlı canlıların bağırsaklarında bulunurlar. Çoğu “fırsatçı patojen”dir. Sağlıklı kişilerde hastalığa yol açmazken, bağışıklık sistemi zayıflamış kişileri hasta edebilirler.
Siyanobakteriler: Kelime anlamı “mavi renkli bakteri”dir. Hemen hepsi fotosentez yapar. Dünyanın ve denizlerin her köşesinde bulunurlar. Karbondioksit ve nitrojen gibi gazları, biyolojik yaşam için gerekli maddelere dönüştürür; oksijen üretirler.
Firmikütler: Kelime anlamı “sert derililer”dir. Çoğu, sporlar aracılığıyla çoğalır. Bu sporlar, yaşama elverişli olmayan pek çok ortamda hayatta kalabilir. Bazı önemli patojenler bu türe dahildir. Bunların arasında, kangren, kolit ve tetanosa yol açan bakteriler de bulunur.
Projenin ilk çıktısı, söz konusu bakterileri ve gen yapılarını belgeleyen bir dizi veritabanı. Hemen hepsi de internet ortamında yayınlanmış. Tabii tıp veya mikrobiyoloji okumadıysanız, verilerden bir şey anlamanız pek mümkün değil. Ama araştırmacılar, bu verileri alıp, belirli bir hastalığı olan kişilerde aynı verinin nasıl değişim gösterdiğini tespit edebiliyorlar. Örneğin, normal kilodaki insanlarla obez insanların bağırsak bakterileri arasında önemli farklar olduğu belirlenmiş. Söz konusu farklılıklar nedeniyle mi obez olunuyor, yoksa bu farklılık obezitenin bir sonucu mu, belli değil. Bilinen, obezitenin belirli bir bağırsak bakteri yapısıyla bağdaştığı. İşte bu bakteri yapısına obezitenin biyoişareti (biomarker) deniyor. Yani belirtinin bir çeşit “imzası.”
Bu imzayı tanıdığınızda, kişiyi henüz belirti göstermiyor olsa bile yakın takibe alabiliyorsunuz. Böylece sağlık sorunlarını çok önceden, daha hastanın kendisi bile farkında olmadan yakalama şansınız oluyor. Özetle, koruyucu hekimlik yapabiliyorsunuz.
Koruyucu hekimlik, Doğu tıbbında bin yıllardır biliniyor. Batı tıbbı insanı “bozulduğunda tamir edilecek” bir makine olarak görür ve hastalık belirtilerini baskılamakla yetinirken, Doğu tıbbı, insanı hem iç hem de dış dünyasıyla denge içinde yaşaması gereken, karmaşık bir varlık olarak görüyor. Hastalıkları iyileştirmenin yolu, belirtilerin bize ne söylemek istediğini anlamak. Onları görmezden gelmek ya da baskılamak daha büyük sorunlara yol açıyor.
Aşağı yukarı herkes bilir, antibiyotiklerin en sık görülen yan etkilerinden biri ishaldir. Bunun nedeni, antibiyotiklerin sindirim sürecine yardımcı olan bazı bağırsak bakterilerini de öldürmesidir. Vücudumuzdaki bakterilerin, bildiğimiz ya da henüz bilmediğimiz pek çok işlevi olduğunu düşünürsek, antibiyotik kullanmanın aslında nasıl bir “kör uçuş” olduğu daha iyi anlaşılabilir. Uzun süreli antibiyotik tedavilerinin sonunda insanın vücudundaki “faydalı” bakteriler de azaldığından bağışıklık sistemi daha zayıf hale gelir.
Herkese daha az antibiyotikli bir kış diliyoruz.