Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği‘nin geçtiğimiz haftasonu düzenlediği EkoKadın programının ilk gününü anlatmaya devam ediyorum…
TÜKETİCİ DEĞİL TÜRETİCİ OLMAK
Sıradaki konuşmacımız, altı aylık minicik göbeğiyle, Slow Food Türkiye Balkon Bahçeleri Konviviyumu‘nun lideri Leyla Kabasakal‘dı. Leyla ile daha önce Tohumlara Özgürlük kampanyası çerçevesinde Şişli Ekolojik Pazar’da gerçekleşen Balkon Bahçeciliği Atölyesi‘nde ve Ocak ayında da Sirke Atölyesi‘nde beraber olmuştuk.
5 Ocak 2013’te SALT Beyoğlu’nda düzenlenen sirke atölyesinden
Leyla, süpermarketleri “Vaha görünümlü birer çöl” olarak nitelemekle işe koyulduğunda arkasından gelecekleri az çok sezmiştik. İlk başta süpermarketlerin oturumundan söz etti. Ürün kategorilerinin yerleşimi, tüketiciyi marketin içinde en fazla dolaştıracak, en çok alışveriş yaptıracak şekilde tasarlanıyor. Bazen hemen girişte unlu mamuller/fırın bölümünün olması bir tesadüf değil: Burnundan giren ekmek kokusunun tetiklediği açlıkla kendinden geçen zavallı tüketici gidip her gördüğünü alıyor. Kasada sıra beklerken incelemek zorunda kaldığımız ürünlerse tamamen impulse buyingi teşvik etmek için yerleştirilmiş. Kredi kartı kullanımının yaygınlaşmasıyla zaten üçün-beşin hesabını yapmayı bırakmış olan müşteri, üç kuruşluk o şekerleri, sakızları hiç düşünmeden sepete atmakta da bir sakınca görmüyor. Bu arada, süpermarketler, %33-45 kâr marjıyla çalışıyor.
Buradan iki ders çıktı: Aç karnına ve listesiz alışverişe gitme!
Konuşmanın ikinci bölümü, tüketiciye ne idüğü belirsiz gıda ürünlerini iyi bir şeymiş gibi kakalama yöntemleri üzerineydi. (Leyla ayrıca Michael Pollan okumamızı tavsiye etti.) Burada “aksi ispatlanmadıkça masumdur” düşüncesiyle hareket edildiği konuşuldu. İnsanlar mısır şurubunun iyi bir şey olmadığına uyanınca etiketlerin nasıl “mısır şekeri”ne dönüştüğü… Margarinin savaş sırasında silah yağlamak için geliştirildiği ve moleküler yapısının plastikten bir molekül geride olduğu… Türkiye’de “esmer şeker” mevzusunun tam bir kandırmaca olduğu… Türkiye’de şeker pancarından üretilen şekerin rengi zaten beyaz; yani ağartılmış değil. ABD’de şeker kamışından elde edilen şekerin rengi esmer olduğu için bizde bu rengi tutturmak için şekere “şeker melası” ekleniyor. Bunu esmer şekerlerin içerik etiketlerinde de görebilirsiniz.
Peki ne yapmak lazım? Hazır alacaksak, en az işlenmiş olanı, bütün gıdayı, içerik listesinde en az madde yazanı seçmek… Balkonda kendi aromatik otlarımızı yetiştirmek, reçeller, sirkeler, turşular yapmak, kışlık gıdalar hazırlamak, yoğurt mayalamak, hamur işi ve ekmek yapmak…
“Eskiden üreticiyle tüketici aynı kişiydi; bugün artık sırf tüketici değil, türetici olmak lazım,” diye bitirdik.
ÇÖPSÜZ YAŞAM
Gelelim, dünya üzerindeki ayak izimi küçültmek için yaptığım onca şeye rağmen bu konuşmayı dinledikten sonra kendimi en eksik hissettiğim alana…
Gizem Altın Nance, insan faktörünü çıkarırsak doğada çöp olmadığını söyleyerek başladı. Bugün 1 kişinin günde 1 kg. çöp ürettiğinden, kendisininse ailesiyle beraber haftada bir ufak torba çöp çıkardığından söz etti. Bu aileye iki yaşın altında bir bebeğin de dahil olduğunu ekleyeyim. Çöplüklerde biriken metan gazından, bunun küresel ısınmaya katkısından; buralarda oluşan anaerobik ortamda organik çöplerin bile çürümediğinden bahsetti. Şehir çöplüklerinin çoktan dolduğundan; poşetleyip kapımızın önüne koyduğumuz ve çöp kamyonları tarafından güzelce toplanıp bir daha gözümüze görünmeyen çöplerimizin her gün kamyonlarla komşu şehirlere taşındığından…
Buna çözüm olarak en başta tüketmemeyi, sonra vazgeçtiklerimizi Freecycle gibi kanallarla işe yaratmayı ve de kompost yapmayı önerdi.
Foto: Buğday Derneği
Kompost, organik çöpten elde edilen gübre. Bildiğimiz gübrenin aksine, yaşayan, toprağın her derdine deva bir gübre. Gizem bunun farklı yöntemlerini anlattığında, apartmanda yaşamanın bunu yapmamak için bahane olmadığını anladık.
Kompost yaparken karbon (%60)-azot (%40) dengesini gözetmek gerekiyor. Karbon, kahverengi çöpü ifade ediyor (mukavva, yaprak vs.); azotsa geri kalanı (meyve-sebze artıkları, yumurta kabukları, vs.) Yoğun azot atarak (mesela çim) kompost ısısı çok yükseltilebiliyor.
Komposta atılmayacak şeyler var: Et ürünleri ve hayvan dışkısı bunlardan ikisi. Bir de bu işte bize yardımcı olacak olan solucanların (kırmızı solucan, California solucanı, esenia) tercihleri var: Çok fazla turunçgil veya soğan kabuğu sevmiyorlar; ama çay-kahveye bayılıyorlar. Solucanlar, toprağın bahçıvanları. Onun için onların arzularını dikkate almamız gerekiyor.
Kompost yapmak için, belirlediğimiz kabın içine lazanya yapar gibi üst üste karbon ve azot katmanları yaymak gerekiyor. Bu katmanları ayda bir çevirerek havalandırmak ve sıkılmış süngerinkine yakın bir nem seviyesinde tutmak önemli. Dolayısıyla çok kurak dönemlerde kompostu azar azar sulamak da gerekiyor. Kompost yığını çöp gibi değil, amber gibi kokmalı. Kokuşma başlamışsa çevirmek lazım. Meyve sineği oluşmasın diye arada bir üzerine talaş atılabilir. Yazın 1-2 ayda, kışınsa yaklaşık 6 ayda kompost elde etmek mümkün. Atılan gıdayı ufalamak süreci hızlandırıyor. Kompost hazır olduğunda, koyu kahverengi renkli toprağa benziyor.
Gelelim yöntemlere:
1) Etrafı çevrilmiş, üzeri açık bir alanda: Bahçenin yaklaşık 1 metre karelik bir köşesini kümes teliyle çevirip içinde “lazanya”mızı yapabiliyoruz.
2) Balkonda, büyükçe bir saksıda: Bunun için solucanın şart olmadığını öğrendiğime çok sevindim. Solucanların satıldığını da biliyorum, ama bu konsept bana çok tuhaf geliyor. Saksıların dipleri genellikle delik olduğu için fazla su alttaki kapta birikiyor. Bu su alınıp, tekrardan kompostun üzerine atılabiliyor. Arada bir toprak eklemek işlemi hızlandırabiliyor.
3) Kompost tamburu: Elle döndürülen bir sistem.
4) Solucan kompostu kutuları: Sefer tası gibi üst üste 4-5 kutudan oluşan bir sistem. En alttakindeki musluktan solucanların ürettiği çok verimli su alınıyor ve bu da gübre olarak kullanılabiliyor. “Lazanya” en alttaki kutudan başlatılıyor. O kutu dolunca üzerine diğer kutu ekleniyor. Alttaki gıdayı işlemeyi bitiren solucanlar ufak ufak bir üst kata çıkıp, oranın keyfini çıkarmaya başlıyorlar. En alttaki kompost hazır olduğunda o kutu boşaltılıp en üste konuyor ve bu işlem böylece sürüp gidiyor.
5) Toprağa kazılan bir çukurda.
EKOLOJİK ANNE-DOĞAL BEBEK
Gizem aynı zamanda blogunda ekolojik yaşam biçimini seçen bir anne olarak tecrübelerini paylaşıyor.
Hamilelik, doğum gibi konuları geride bıraktığını düşünen benim gibi kadınlar için konuşmanın bu kısmı artık geçersizdi belki; ama hâlâ bir o kadar da değerliydi. “Doğumda müdahale müdahaleyi doğurur” belki de bu konuşmanın en can alıcı cümlesiydi. Gizem bütün jinekologların hamileliğin 8. ayına kadar normal doğumcu olduğuna, ama sonra birdenbire nedense Türk kadınının illa ki amniyon sıvısının azaldığına ya da bebeğinin fazla büyüdüğüne ya da kordonun bebeğin boynuna dolandığına dikkat çekti. Bu arada iyi örneklerin de reklamının yapılması gerektiğini vurgulayarak, Hakan Çoker’in kurslarına katılmanın kendisini pek çok yanlış adımdan esirgediğini anlattı. (Kurban bayramından önceki haftaya gelen 38. haftasında kendisine “Sıvın azaldı, inat etme, sezaryen yapalım, yoksa bebeğin gerizekâlı olur,” diyen doktorunun isminiyse vermedi. Bu arada bebek, bundan yaklaşık 1 ay sonra, 42. haftada doğmuş.)
Son âna kadar normal doğum yapmakta direnip de sancıyla hastaneye giden kadınları da şöyle bir senaryonun beklediğini anlattı: Odaya çıkılır çıkılmaz kadın yatırılıp bebeğin kalp atışlarını dinlemek üzere NST cihazına bağlanır; yerçekiminin desteği kaybolunca doğum yavaşlar; doğum ilerlemiyor diye suni sancı verilir (ben buna bir de eğer o âna kadar patlamamışsa su kesesinin patlatıldığını eklemek istiyorum); yavaş yavaş sıklaşması ve şiddetlenmesi gereken sancılar aniden coşunca kadın kamyon çarpmışa döner ve “Epidural istiyorum!” diye haykırır; epidural yapılınca belden aşağısının hakimiyeti kaybedilir; sancılarla beraber ıkınılamadığı için karından bastırarak ittirip kaktırma veya vakumlama gibi yöntemlere gerek duyulabilir.
Dehşet verici, değil mi? Ne yazık ki pek çoğumuzun başına gelenler buna benzer şeyler. Doğumdan sonraysa “Bu çocuk aç!” muhabbeti başlar. Kadının sütü nedense bir türlü yetmez, hemen mamalar dayanır.
Gizem, konuşmasını bebek bezlerindeki kanserojen maddelerden (dioksin gibi) bahsederek ve bir bebeğin yanılmıyorsam 5000 adet kullan-at bez harcadığını ekleyerek sürdürdü. Kendi bebeğinde kullandığı kumaş bezleri tanıttı. “Anne bezi”ne alternatif olarak da Diva Cup veya Moon Cup denen, tekrar tekrar kullanılabilir bir icattan söz etti.
Solucan gibi, âdet kanı gibi iğrenç mevzular olduğunda kendisinin çağırıldığını söyleyerek, EkoKadın’ın ilk gününü neşeli bir biçimde sonlandırdı.