Armağan ekonomisi alanındaki önemli isimlerden, “Kutsal Ekonomi” (Sacred Economics) kitabının yazarı Charles Eisenstein, Giftival kapsamında İstanbul’a geldi. Giftival, dünyanın dört bir tarafında armağan ekonomisine katkıda bulunanları bir araya getiren uluslararası bir festival ve bu yıl 11-14 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da düzenlendi.
Armağan ekonomisi üzerine bir kısa film. Captions seçeneğinden Türkçe altyazıları seçebilirsiniz.
Eisenstein, perşembe akşamı uçaktan iner inmez Baraka ve Zumbara‘nın ortaklaşa düzenlediği bir konuşma yaptı. Konuşma, ismini yeni kitabından alıyordu: “Kalplerimizin Mümkün Olduğunu Bildiği Daha Güzel Bir Dünya” (The More Beautiful World our Hearts Know is Possible). Armağan ekonomisi denince Türkiye’de ilk akla gelen isim olan Filiz Telek‘se, bir çevirmen olarak ne kadar zor olduğunu bildiğim ardıl çeviri işinin altından büyük bir ustalıkla kalktı.
Perşembe akşamki konuşma, doğrudan armağan ekonomisi hakkında değildi. Biraz daha spiritüel bir konuşmaydı. İyiliği armağan etmek üzerine bir konuşma…
Şimdi siz arkanıza yaslanın, ben de konuşmadan aklımda kalanları ve notlarımı çok da düzenlemeye çalışmadan sıralayayım.
Foto: charleseisenstein.net
“İster romantik, ister aksiyon, ister komedi olsun, bugünlerde izlediğimiz bütün filmlerin senaryosu aynı. Bir tarafta kötü adamlar var, bir tarafta iyiler… İyiler sonunda bir biçimde gücü ele geçiriyor… Kötüler alt ediliyor ve sorun çözülüyor… Alternatif bir bakış açısı getirdiği iddia edilen Avatar’da bile senaryo aynı. Dünyayı değiştirmek için güç kullanmak ve sorun çözmek gerekiyor.
Teknolojinin arkasında da aynı zihniyet var. Teknolojinin, büyümenin, Batı’nın yöntemlerinin, hayatı daha güzel hale getireceği inancı dünyanın pek çok yerinde hâlâ güçlü. Biliyoruz ki, pestisitler zamanla etkisini kaybederse bilimadamları yenilerini yapar. Önünde sonunda doğaya söz geçiririz. NE VAR Kİ… Bugün ciddi bir çevre krizi var. Doğayı kontrol altına almaya çalışan teknolojiler bir bir geri tepiyor… Vaat edilen ütopya bir türlü gerçekleşmiyor… İnsanlar mutsuz… Doğa üzerindeki hakimiyetimizin bir yanılsama olduğu giderek anlaşılıyor. Dahası, değişimin yalnız güç kullanmakla mümkün olduğuna inanıyorsan iyice umutsuzluğa kapılıyorsun, çünkü devletin, ordunun, bankaların, ilaç şirketlerinin, Monsanto’nun, medyanın senden daha güçlü olduğunu biliyorsun. Para da bir güç kaynağı. Çünkü insanlara aslında yapmak istemedikleri şeyleri yaptırabiliyor.
Dünya, hikâyeler üzerine kurulu. Kötü adamları alt edince bütün sorunların çözüleceği inancı, eski bir hikâyeye dayanıyor. Halbuki mesele, kötüyü alt etmek değil, bu hikâyeyi değiştirmek.
İnsanlar genellikle ya fiziksel güçlerini ya paralarını ya da mantıklarını kullanarak başkalarını değiştirmeye çalışırlar. Bunlar işe yaramadığında da karşılarındakinin atgözlüklü, aptal, kötü ya da ahlaksız olduğuna hükmederler. Politikacıların da üzerinde fikirbirliğine varabildiği tek konu budur: Karşılarındaki bir biçimde yetersizdir, yoksa kendileriyle aynı fikirde olurdu.
Güç, bazen kullanılabilir. Ama ancak A noktasından B noktasına nasıl gideceğini biliyorsan. Bugün yapılmaya değer pek çok şeyi hangi adımlarla yapacağımızı bilmiyoruz. Gidilecek bir yer olduğundan bile emin değiliz. Yazın Gezi’de yaşananlar da böyle bir şeydi. Gezi, çok zengin olsan bile başaramayacağın şeyler başardı. Planlı değildi, bir komutla gerçekleşmedi. Alıştığımız sebep-sonuç ilişkilerine oturmadı. Sevgi ve cömertlik üzerine kurulu bir toplum olabileceğini -bir an için bile olsa- gördük. Olayların içindeyken çok gerçekti; aradan zaman geçtikçe bir yanılsama gibi gelmeye başladı. Ama Gezi’deki his hepiniz için tanıdık bir histi. Eskiden bildiğiniz bir şeyi hatırlamak gibiydi. Çünkü aslında bu bilgiyle doğuyoruz.
Çocuk, kendisine normal diye dayatılandan daha iyi bir dünya olduğu ve bu dünyaya verecek armağanları olduğu bilgisiyle dünyaya gelir. Kendi dışındaki evrenin canlı olduğunun farkındadır. Ama büyüdükçe sürekli hayalkırıklığına uğratılır ve acı çekmeye başlar. Korku böyle yeşerir. Doğuştan bildiklerimizi hatırladıkça korku duyarız, çünkü tekrar acı çekeceğimizi biliriz. Onun için de alaycılığı kendimize kalkan ederiz. Böyle anlarda birbirimize yardım edebiliriz. “Gördüğün şey gerçekti, sen uydurmadın!” diyebiliriz. O zaman farklı bir mantık devreye girer. Hayatın amacı, güvenliği ve kontrolü en üst seviyeye çıkarmak değildir artık. En önemli şey, dünyaya vereceğin armağanı keşfetmektir.
Batı’da etrafındaki varlıklardan ayrı bir bireysindir. Yerçekiminin de umurunda değilsindir, bakterilerin de, insanların da, güneşin de. Hatta onlarla rekabet halindesindir. Halbuki çocuk, ilkel bir sezgiyle, başka varlıkların umurunda olduğunu bilir. Hep bu “evinde olma” hissini özler. Bizim şimdi “yeni” dediğimiz hikâye aslında çok kadim bir hikâyedir. Kişinin evrenden ayrı olmadığını söyler. Bu hikâyede, herhangi birinin başına gelen senin başına gelmiştir. Senin yaptığın, herkese yapılmıştır. O yüzden, kimsenin bilmediği ve bilmeyeceği iyilikler (“small acts of kindness that are invisible”) yapmak çok önemlidir. İçimizdeki alaycı ses, bu iyiliklerin iklim değişikliğine ya da dünyadaki açlığa çare olmayacağını söyler. Ama zaten bugün yapılmaya değer her şey biraz kaçıkçadır. A noktasından B noktasına nasıl gideceğini ve nasıl bir etki yaratacağını bilmeden yapılan hareketlerdir.
Güç sahiplerini değiştirmek istiyorsak güç mantığıyla (“logic of force”) değil, birlik mantığıyla (“logic of oneness”) hareket etmeliyiz: Depresyonda olduğu için 80 kişiyi tarayan adamı “Ben o kadar depresif olsam insanları tarayacağıma yardım alırdım,” diye yargılamak yerine, “Karşımdaki insan benden ayrı değil; ben onun koşullarında yaşamış olsaydım ben de aynı şekilde davranırdım,” diye düşünmeliyiz. Kabul, bu çok radikal bir düşünce biçimi. Bir o kadar da naif.
Eski hikâyede acı alınır, kötü adamlara yansıtılır. Kötülük tek açıklamadır; güç kullanmaksa tek çözüm. Davranışı durumun yarattığını anlarsak, durumu değiştirmeye çalışırız. Yani hikâyeyi. Bize düşen yeni görev, eski hikâyeyi bozmak ve yeni hikâyeyi aktarmaktır (“Disruptor of old stories, carrier of new ones”). Birisine o eski hikâyeye uymayan bir deneyim yaşattığında, affettiğinde, koşulsuz sevgi verdiğinde eski hikâyeyi altüst edersin. İnsanlardan korkma. Korkmuyormuş gibi yapma, samimiyetle korkma. Korku, onlar için hakarettir. Onlara senin aynanmışlar gibi bak. O zaman cesaret doğal hale gelir.
Bana inanmak zorunda değilsiniz, ama bunları zaten biliyorsunuz. Şüphenin ve alaycılığın gelip içinize yerleşmesine izin vermeyin. Bırakın, içinizde acı ile bilgi yan yana var olsun. Bu akşam bilgimi ve acımı benimle paylaştığınız için teşekkür ederim.”
Eisenstein, önerdiği hikâyeyi somutlaştırmak için, Oakland’da, çetelerin egemen olduğu bir mahallede oturan arkadaşı Pancho’nun başından geçenleri anlattı. Arkadaşı bir gün sokakta yürürken soyguncuların hedefi olur. Tam o sırada -şans bu ya- oradan bir polis arabası geçer. Bunu fark eden soyguncular kaçmaya başlar. Ancak Pancho da onlarla birlikte kaçar. Soyguncular ne tepki vereceklerini şaşırırlar. Pancho bir süre daha onların peşinden ayrılmaz. Sonunda “Ne istiyorsan yapalım, yeter ki düş peşimizden,” derler. Bunun üzerine Pancho sadece el sıkışmak istediğini söyler. El sıkıştıktan sonra o grup Pancho’ya bir daha el süremez. Pancho’nun şu anda aynı mahallede kapıları herkese açık bir “barış evi” olduğunu da belirtelim…
Bu arada, Eisenstein, konuşmalarını da “armağan” ediyor. Ve karşılığında ancak armağan (bağış) kabul ediyor. Çünkü “Konuşmamın sizin için ne kadar değerli olacağına ben karar veremem,” diyor. Hepimizin daha sık hatırlaması gereken bir bakış açısı…